Çita

 

Martılar henüz piste inmişken bir iyot kokusu yayılır burnuma. Uyanmanın ve biraz da huzurun kokusudur bu. Esnemek zamanı pas geçmez bu iyot kokusunu. Esner, esner, daha da esner, esnersin taa ki tuttuğun nefesi gürleyen bir şimşeğin düşük desibeline denk getirene kadar. Uçsuz bucaksız bir şehre açılan cennetin kapılarına dayanmış da gürlemişsin gibi. Çöpten bir kedi pıhlayarak kaçıyor. Tianmen Dağı değil sonuçta girişindeki besmeleyle seni barındıran Eşref Koçyiğit apartmanı. Merdivenleri çıkarken “yükselen tansiyonumla gördüğüm beyazlık ancak Cennetin Kapısı olabilirdi” diye bir cümle geçiyor aklımdan. Ama şunda karar kılıyorum: Eşref amcanın merdivenleri Tianmen dağında yoktur. Bir anda inada döndü bu iddia ve kapışan iki çita gibi kendimle iddialaşmaya başladım. Kükreyemeyen bir yırtıcı ancak ben olabilirdim diyip Helen'in "aloooo kaç defa yavaş esne dedim sana balkonda esneyeceksen" sesiyle tüm bunları balkonda düşündüğümü fark ederek kendime geliyorum. Sanki orada yokmuşum gibi bir çita sessizliğinde içeri giriyorum. İnsan sevmemekten değil, Helengilleri sevmiyorum. Babası Zeus hariç tabii. Çocukken Helenle oynamaya gittiğimde kocaman akvaryumdaki balıkları tek tek tanıtırdı bana. Fani karısından hiç bahsetmedi. Helen ve Zeus yalnız yaşardı (Anmış olalım rahmetli Eşref amcayı). Tabii bu yalnızlık o alçak Menelaos gelene kadar sürdü. Benim Helenistik dönemim işte o alçağın gelmesiyle bitti. "M.Ö." için milattan öncenin kısaltılmışı derler de yalan! Gel bir de bu çitaya sor onu. Benim için o hep Menelaos Öncesi oldu, "M.S." de sonrası. O güzel, rahmetli Zeus'un gepgeniş topraklarında rahat rahat koşturabildiğim zamanlar... Hem bu Menelaos var ya onun kendine saygısı yok! Kim bu devirde tombul bira içer ki soruyorum ey Antik Yunan? Tamam şimdi bunun tombulluğuyla alakası yok. Menelaos'u sevmiyoruz ama onun kendine saygısı hakikaten yok. Tam Truva savaşı çıkacakken aslan kükrüyor: "donunu esnafa sergilemeyi bırakınca 2 kıyye domates al da kahvaltı yapalım". Annem domatessiz kahvaltı yapamaz. Domates seven aslan mı olur ya? "Peki 37 yaşına gelen çitanın aslanın evinde ne işi var işsiz güçsüz" diyecek olan salatalıkları kıtır kıtır çiğnemek isterdim sinirimle de göbekli bir çita yetişemiyor onlara. "Çocukluk aşkım Helen beni sevmedi" diye acındıracak oldum kendimi aslan izin vermedi, kükredi yine: "2 kıyye domatesssssss". Kıyye ne Allah Muhammed aşkına deseydim ne Osmanlıca sözlük okuyan annemin kıyye diyişi şaşardı ne benim dinsiz oluşum. Hayır onca aşklı meşkli güzel kelime dururken kıyyeye takılan aslan, yelesi kesilmiş gibi duruyor. Boş boş beynimin içinde otlayan kelimeler akıp giderken uykuluk donunu çıkaran çita savana donunu giyiyor. Bir Serengeti turu iyi gelir diyorum. Zebralar "hadi lan" dercesine ötüyorlar bana. Muhabbet etsin diye aldık babacık bile dedirtememenin hırsıyla kapısını açıyorum. Doğruca musluğa uçuyor zebralar. “Serengeti'deki zebralar su bulamıyor ne bu israf” dedim de dinletemedim bunlara. Neyse cennetin kapısından merdivenleri inerken çıkışta çıkan tansiyonumla göreceğim beyazlar içindeki cenneti hayal ediyorum, üşene üşene. Yüz defa dedim beşinci katta ev mi olur diye, dinletemedim. Neyse aksakallı dedemi de görebilirdim, tövbe haşa. Hiç bana aksakallı dedeler güzellemesi yapmayın! Nenemi aldatan o deyyus olsa olsa cehennemdedir. Asıl cennetlik ninemdir ömrü boyunca katlandı bu deyyusa. Yine boş boş beynimden geçen kelimelerle zaman nasıl geçti anlamıyorum. Serengeti ovalarında yüzü çapaklı bu çita, sevmediği nemli sabah güneşi ve asfalt kombininden kaçmak için İhsan Apartmanı’nın güneşi bloke ettiği kaldırıma geçiyor. Berber Hakkı selam veriyor timsah timsah. O dişlerle beni bile yer bu vahşi hayvan. Hoş para ver bizim Bitlis kıraathanesinin okey takımlarını bile yer. Paragöz timsah! Manava vardığımda bu Serengeti sıcağında domateslerin nasıl bu kadar diri kaldığını merak ederek “domates” diyorum Sevim ablaya. O da “kaç kıyye” diye soruyor. Lan diyorum burada bile aslan! Resmen sırtlanı mum etmiş. Osmanlıca ölçü birimlerine giriş dersleri diye Serengeti'de reklam asacak utanmasa annem. İki kıyyelik domatesle eve dönüyorum. Tam cennet kapılarının merdivenlerine dayandım ki alçak Menelaos kapıdan çıkıyor. "İnsan bir selam verir lan tükürüklü melodika!" diye bağıyırıyorum, inlete inlete hayal dünyamı. Üçüncü kata vardığımda John Bryant'tan Paradise çalıyor. Kıçımdaki ter Paradise ile ritme uyarak akıyor yerçekimine gram direnmeden. Sırf cennet tasfirini enternasyonal bir hayale çevirmek için cennet kelimesini ingilizceye çevirip o isimle müzik bulmuştum. Yoksa ne anlarım paradise falan bu müzik cehaletiyle. Cennet kapısına vardım Osmanlı padişahının Viyana kapısına dayanması gibi. Ama dev tombik bir padişahın fiziken yaslanmasını hayal edin. Heh işte o benim. Yüz bin defa dedim beşinci katta ev mi olur bacım diye anneme. Tabii o da yüz bin defa kükredi: "deprem olursa en üst kat yine yıkıntının en üstünde kalıyor ahmak". Ahmak kelimesi Osmanlıca sözlüğünde bulunuyor bu arada. Yine bomboş bir kelime yığınının aktığı sırada domatesleri tezgaha bırakıp tahtıma oturuyorum. "Ver bilgileri elçi" diye bağırıyorum. Elçi faturayı ödemediğiniz için kanalları gösteremiyoruz gibisinden bir şey zırvaladı, aslan kükremeden derhal kazığını yanına verip aceleyle yolladım. Bugün haberin olmadığını henüz aslana söylemişken bana faturayı ödediğini ve gün içinde açacaklarını söyledi. Serengeti'nin reyisine savana yandı diyorum söndüren o değilmiş gibi. Zebralar "Salak! Salak!" diyecek oluyorlar kovalıyorum. Aslan domatesleri soyarken kahvaltılıkları üç metre çapındaki kayaya koyuyorum. Ne sandınız? Koca aslanın sofrası tabii üç metre olur. Arkadaşlarıyla Serengeti kapışması yaptıkları iskambil gecelerinin vazgeçilmez düzlüğü bu masa. Epeyce eski ama hırslanan ellerde yere vurulan kağıtların şiddetine dayanıyor. Zaten bundan öte bir darbe almıyor hiç. Benden daha yaşlı. Aslan evlenince almışlar çeyiz diye. Babam ölünce hiçbir eşyasını atmaya kıyamamış. Aslanı bu kadar uysallaştıran efsane kim tanımak isterdim hayal meyal hatırlamaktan öte. Bir şeyler yeme çabası içinde sofraya oturduğumuzda öğleden sonraydı artık ve yine Helen'in bağırışları duyuldu. Bağırmak ne kelime, doğrusu yetmiyor. Küfürler ağız dolusu Everest’i yıkacak kadar güçlü. Kim bilir Menelaos alçağı ne bok yedi yine yeniden. Hayır artık tahmin edilmez oldu. Antik Yunan'da ne kadar bok varsa yedi. Aldattı, kumara battı, ödeyemedi kaçtı topuğuna kurşun yedi, yine ödeyemedi Helen kredi çekti ve kim bilir bilmediğimiz daha ne boklar yedi. Ah Helen aşkımı görecekti ki Antik Yunan'ı bile yakardım. Çocukken göklerin en çıplak gerçekliğinde amcası Poseidon'u izlemeyi çok severdik. Limanda bir bağırırdı hiçbir balıkçı onun gibi balık satamazdı. Bir de bir ağ örerdi ki yenisi halt yemiş. Bir gün yine Poseidon'un teknesine gittik. Tabii bindirmiyor ama ben deli gibi merak ediyordum ve çitayız ya hani sessiz sedasız girer çıkarız diye Helen'i ikna ettim. Girdik tekneye o sıra Poseidon yok, balığa da çıkılmamış. Hedefimiz teknenin kıçı. Oradan deniz daha açık gözükecekti. Helen mekanın sahibi olunca önden gitti. Ben ardında teknenin sağ tarafından gidiyoruz. Helen tam kıça ulaştı ulaşacak, öyle bir şey yaşandı ki Hitler'e bir komutan halka sesleniş sırasında şaplak atsa bile teknenin kıçındaki absürtlüğü geçemezdi. Ne yaşandı tam hatırlamıyorum, her şey bir anda oldu. Ben kendimi kıçta yerde buldum ve Helen kayıptı. Ayağa kalkınca ipe takılarak Helen'i denize attığımı fark ettim. Helen'in deniz korkusunu bilmesem yüzme bilir diye çıkmasını beklerdim. Erken ergenlik döneminde olan bir çitanın hızı ne kadar olursa o kadar hızlı döndüm savanaya ve eve varınca yorgan altında buldum kendimi. Bana her daim kalkan olmuş yuvama. Ağlarken uyuya kalmışım. Zeus'un kızgın sesi ve annemin mahçup "haklısınız" naralarıyla uyandım. Koskoca Eşref Koçyiğit bile bana bu kadar kızgınsa kesin bir bok yemiştim ama biricik sevdam Helen'i bilerek ittiğimi de kabul etmedim. İşte yıllar geçti üstünden hala sevmez beni Helen. Ben de aşkımı kendime yönelttim. Sevilmek de neymiş! Bunu en son onur yürüyüşünde geçen senelerde plastik mermi yerken bağırmıştım. 'Ayol'dan sonra baldırıma yediğim plastik mermilerle sevişirken bağırdığım nidalardan bile daha ihtiraslıydı çıkan ses. Bunu düşününce anladım ki o Onur Yürüyüşü kocaman bir seksti ve en çok biz zevk alıyorduk. Dayak yiyor ama "neredesin aşkımmm" diye bağırmaktan vazgeçemiyorduk. Neyse, yıllar geçti seviştiğim bireyler hariç biseksüel hayatımda tek bir aşk yaşamamıştım. Helen bana onu ittiğim için kızgın, ben ona doğruyu bulmak istemediği ve bana güvenmediği için kızgınım. Sanırım aşkım hala imkansızda saklı. Çita ve Helen aşkı bok çukurunda raflarda! Zebralar yine saçmaladığım noktada salaklığımı kınıyorlar. Aslan yemek sonrası uykusunu çekiyordu salonda ama ne kükremek! Etini aldır dedim dedim dinletemedim. Neyse ki babama çekmişim de horlamıyorum ya da o kadar yalnızım ki horlamamı duyacak kimsem yok. Annemi salonda Serengeti'yi inleten kükremesiyle baş başa bırakıyorum ve bir ağaç altına gidip uzanıyorum ben de. İki hantal yuvarlanma konusunda yarışıyor! Bu saatlerde hep ninni duyarım. Herhalde komşu, ininde yavrusunu uyutuyor hep bu saatlerde. Ya sadece pazar ve bundan dolayı evdeyim diye duyabiliyordum ya da sadece pazar günü ninni günü. Tam bu düşünceyi aklımdan geçirdim ki yine ne kadar aptal oluşum geldi aklıma. Birincisi neden bir insan sadece pazarları ninni söylesin? İkincisi bir çocuk ninniye alıştı mı vazgeçmesi zor. Utanmaz, arlanmaz biri olsam şu yaşımda anamın dizine yatar ninni isterdim. Neyse ki komşu in var! Bunları düşünürken uyuya kaldığımı uyanınca fark ediyorum. Yine sinirleniyorum sanki uykumda fark edebilirmişim gibi. Daha fazla sövmeden kendime, susuyorum. Kendimi çok seviyorum, kendimi çok seviyorum, bok seviyorsun! Aslanı kış hazırlıklarını yapıyorken buluyorum balkonda. Domatesleri kesip kurutmaya tepsiye koyuyordu. Çok yapma ben yemem demeye gerek kalmadan "bunlarla oğluşuma güzel güzel yemekler yapacağım" cümlesini duyuyorum. Benim bu evde oluşumu kanıksamasına mı sevineyim yoksa gözünde büyümüyor oluşuma mı üzüleyim? Buna karar vermeden akşam yemek sırasının bende olduğunu hatırlatarak malzeme almak bahanesiyle kendimi aslanın pençelerinden kurtarıp Sergeti'nin akşam üzere yayılan ortamına atıyorum. Akşamları, sabahtan daha iç karartıcı oluşuyla seviyorum. Yolumu uzatarak gidiyorum ana caddeden. Serengeti’de otlamadan dönen canlıları izliyorum. Karın tokluğuna çalışıyorlar diye üzülüyorum. Bak benim gibi olacaksınız hem aç hem işten azat. Peh, Sanki bana mutlu bir hayat yaşıyorum da! Çalışmak garip bir durum. Farklı farklı canlılar farklı farklı otlama biçimleriyle karşından geçiyor. Kaya başı işleri hiç bana göre değilmiş gibi otlanırken boş boş şapırdanan insanları çekiyordum. Patronuma resti çekmiş olmam neyi değiştirdi diye düşündürüyor gerçi beni. Zam neyimeydi çok bir haltmışım gibi. Ne derdin var otun cebinde yemediğin arkanda. Bunu da hiç anlamıyorum gerçi. Yemediğim neden arkamda olsun ki zaten yediğim arkamda. Sıçmıyor mu bu canlılar anlamıyorum ki? Girdiğim markette evde eksik olan salça dışında hiçbir şey alasım gelmiyor. Ucuz ovalarda gördüğümüz muameleye bak! Hindistan cevizli ucuz mallar bile iki katına çıkmış. Yüce Zeus yaşasa ne derdi acaba. Çıktım ucuz pahalılıklar içinden. Elimde salça ayağımdaki terliklerin topuklarını şlap şlap vura vura yürüyorum. Çiftleşme kuru sanmasınlar evden çıkışlarımı diye yapıyorum bunları hep (!). Evet bir bok sanıyorum kendimi lakin üzerime konan tek bir sinek dahi yok. Cennet tasvirli apartman merdivenlerini tekrar anlatmıyorum size. Donumu çıkarıp mutfağa geçiyorum. Bütün bunları iki saatte yapmış olmanın hantallığını koyuyorum ortağa ancak unutmayın ki bendeniz göbekli bir çitadır. Benden hız beklemeyin azizim. Bu kadar işte. Biraz cilveli hayat ve bolca üşenme yaşama dair. Bunları kendimde kavurunca mis gibi bomboş bir benlik çıkıyor. Aslan gelince memnun olmayan bakışlarla beni izledi bir süre. Haklı tabii. Ben sevsem ve alışsam da her defasında salçalı makarna yapmak bıktırıyor insanı. Eeee hayatı öğrenmek beş kuruşluk iş bacım. Ben de beş kuruşluk işe iki kuruşluk zevk adıyorum. Neyse ki sofraya yardımcı oldu. Pençelerimize laik bir sofra çıkıyor aslan sayesinde. Kocaman kayanın bir ucuna ilişip yiyoruz iki kuruşluk zevki. Sessiz geçiyor bu midemin haz dolu (!) ön sevişmesi. Sonra aslan o kutsal kaselerde o kutsal tatlıyı getiriyor. Ah işte zevkin doruklarına o an ulaşıyorum. Antik Yunanlılar bile biliyor bu tatlının namını. Rahmetli Zeus hep anardı her ilahi duruşunda bu tatlıyı. Helen de severdi hatta. Çocukken hüplete hüplete yerdik. Ah o eski günler. Acının tatlının karıştığı ama lezzetin tavan yaptığı o günler. Hiç büyümek istemezdim o günlerden. Bok vardı da büyüdük. Çocukken çita olmanın hayaliyle yaşardım. Şu göbekli, hantal, bir işe yaramaz halimle hak etmiyorum aslen bu metaforu da çocukluğuma verin. Hızı severdim ben. Bisikletimle indiğim yokuşların ağlayan asfaltının gözyaşları hala taze diyeyim size. Peki siz inandınız mı? Ben bile inanmamışken Serengeti düzlüklerinde kimse inanmamıştır. Hatta asfaltların gülüşlerini duyuyorum. Pamir Sokak’taki yokuşun bana bisikletten düşüp ayağımı kırdığım anımı hatırlattığını adım gibi biliyorum. Ne günlerdi ama. Bir türlü yerimde durmadığımdan bir ay kalacak alçı iki defa geçti bacağımdan. En sevdiğim aktivite sanırım alçıyla topa vurmaktı. Sonrasında aslanın kulaklarımı ısırdığı o anları unutmuyordum. Isırmak fiili çok metaforik gelmesin. Çekince soğumayan öfkenin eseri kulaklarımı ısırmaktır. Belki de zevki buydu kim bilir. Ama asla kızmıyorum. Benim gibi arsız bir çitanın şu an doğal olmayan seleksiyon ile elenmiş olması gerekiyordu. Ulan ben evrime tersim evrime! Düştüğüm ağaçların haddi hesabı yok. Kırdığım kolların tekrar kırılış çentikleri duruyor hafızamda. En sevdiğim kırığım sanırım Helen karşısında olandı. Ahmet, Helen ve ben üç kişiydik: Üç ağız, üç yürek, üç arsız. Bir gün alt mahallede kentleşmeye karşı adını hatırlamadığım yaşlı teyzenin bahçesinde erik çalarken -ki bunu Helen adına yapıyordum- ağaçtan düşüp bileğimi kırdım. İlk ve son defa orada tutmuştu elimi Helen. Hala o anın acısını hatırlamam. Yine dertlendim de aslanın iyi geceler deyişiyle kendime geldim. Faturası ödenen elçinin bülbül gibi şakıdığını o an fark ettim. Aslan inine giderken gizli zulamdan bir dal yakıyorum. Gün boyu saçmaladığım her şeyi düşünüyorum. Sonra diyorum ki ha gerçekten Serengeti’de çita ve aslan olsaydık? “O zaman Antik Yunan ne alakaydı gerzek” diyerek kendimi ezikliyorum yine. Zevk vermiyor değildi ama bu işler. Gerçeklikten koptuğum her anda özgürdüm ve o özgürlük her daim benimdi. Kimse onu benden çalamazdı. Sanki kendime özgürlük tanıyormuşum da bak bak şu esprilere. Kendime sinirlendim yine. Suratıma çarpan tokat dışında hiçbir şey normal değildi bu sırada. Hoş ben çok mu normalim. Bana hastalık diyen neslin ceddine bok atam da çukurlarında boğayım onları! Lakin ben zaten normal değilim, ben zaten normal değilim! Deliyim ben deli ey Serengeti! Ve elbet bir gün biz deliler de kazanacağız, bir gün muhakkak.


Comments

Popular Posts