Tiyatro Oyunu

  Neyi yaşıyoruz diye sormadan edemiyor insan. Siz yaşadığınız şeye hayat dersiniz, ben tiyatro oyunu derim, bir başkası başka bir şey... Ancak hepimiz tanımladığımız şeyler doğrultusunda yaşadığımız anlarda yerleşen şeylere değer veririz. Değer yargısı oluşturmak demiyorum ben buna. Tiyatro oyununda sahnede ne ile oynamak istediğinize bağlı olarak dekor yerleştirmek bence bu. Bir düşünsenize, siz heteroseksüel bir insansanız yaşıyor olduğunuz anın aşk sahnesinde karşı cinsinizden biri olacaktır. Öte yandan homoseksüelseniz hemcinsiniz olacaktır. Veyahut siz çikolata yemeyi severken, ben kurabiye yemeyi tercih edeceğim. Yani lafın kısası bizler, hepimiz birer oyun yazarıyız. Kendi içimizde geçen ve pozitif ya da negatif hisler ile yaşadığımız anda nelerin olmasını/olmamasını istediğimizi belirliyoruz. Bu belirlemeler sonucu ise bir başka tiyatro oyunu ile sizinki kesişir. Çakışır demiyorum çünkü birebir aynı oyunu yaratmış bir insan olduğunu sanmıyorum. Ancak iki oyun birleşebilir yaşadığımız anda. Birbiri içinde uyum yakalar ve yaşanılacak anda birlikte olmaya karar verirler ve yaşamaya birleşik oyun ile devam ederler. Siz buna çakışmak olarak bakarsınız ancak hiçbir zaman böyle olmayacaktır. Eş anlamlı kelimeler ile yakın anlamlı kelimeler arasındaki fark gibi. Belki bir başkasının oyununu taklit ederek birebir aynısını yaratabilirsiniz. Ama bu yapay bir aynı olacaktır. Ya da bence yaratılmış çakışık olacaktır. Bir benliğin birebir aynısının bağımsız düzlemde var olması imkansız. Bir kere benliği benlik yapan salt "ben" değildir. Çevren de seni sen yapar. Iki insanı alırsın ve dersin ki bunlar bire bir aynılar. Ses tonları, davranışları, seviştikleri insan tercihleri, cinsel yönelimleri, mimikleri, vücutları... Neredeyse her şeyleri. Tek bir fark var: Biri uyurken ışığı açık, diğeriyse kapalı bırakıyor. Şimdi siz buna çakışık diyebilir misiniz? Neredeyse evet diyeceksiniz belki. Ama içinde ne yaşadığını kimse bilemez ve o ışığı kapatmasında belki de bambaşka bir korku veya fantezi evreni vardır. Bunlar ise iki benliği birbirinden fazlasıyla farklılaştırır. Her birimiz bir öteki olmayan ancak bir öteki yaratılabilecek şu anı yaşayıp bir sonraki adıma giden eşsiz birer tiyatro oynunda kendi oyununu yazıp başrolde oynayan varlıklarız. Bizi kimse yaratmadı. Biz bizi yarattık ve biz bizi öldürüyoruz. Kadere inanıyorum ancak bu kaderin yazarı bizleriz. Sadece yazarken sonucunu bilmiyoruz ki bu yazımı ilahileştiren hep bu olmuştur ve bu olacaktır. Her şeyi biz yapıyoruz. Hayat diye tanımladığımız şeyi biz yazıyoruz.
  Biz yazsak da yazmasak da herkesin ortak özneleri olan üç şey var: Doğmak, yaşamak, ölmek. Doğmak ve ölmek birer noktadır. Yumurtaya giren o sperm iken daha yaşamaya başlarsınız ve o sizin doğum noktanız olur. Ve yaşamak fiili yaşadığınız anın sürekliliği olmaya başlar. Devam eder taa ki ölüm yaşadığınız son sahne oluncaya dek. Bu bir insanın yaşadığı anlar bütününün iskeletidir. Bedeni siz oluşturursunuz. Bu iskeletin üzerine belli amaçlar doğrultusunda noktalar koyar ve ölüme giderken bu noktalar için o anları yaşarsınız. Koyduğunuz her hedef sizin için bir sonraki durak olacaktır. Bu duraklara kendi sahneniz içinde ulaşmayı oynayarak ise doğumdan uzaklaşıp ölüme yaklaşırsınız. Ancak bu sahneyi oynarken asla düz bir çizgi düşünmeyin. Rastgele karmaşık bir bütün düşünün. Tek bir düzlemi vardır o da doğum ile ölüm arasındaki mesafinin ters orantı içinde değişmesidir. Yaşamak bu. Bu kadar basit bir şey. Kendiniz bu yaşamak eylemine nasıl bir hedef koyduğunuza bağlı olarak bu yaşamak fiilini nasıl yaşadığınız değişir. Bence yaşamak ciddiye alınmalı evet. Ancak çok da değer verilmemeli. Çünkü bu fiilin yazarları bizleriz ve biz oynuyoruz bu oyunu. Biz yaratıyoruz; hedefleri, sevinçleri, hüzünleri... Hissettiğimiz her şeyi. Diyeceksin ki "Bir sevdiğim beni üzerken ben üzülmek istemiyorum ancak üzüyor sevdiğim. Bunu da mı ben yazıyorum o zaman?" Hayır elbette sen yazmıyorsun. Yazmış olsaydın istediğin bütünlükte karşı çıkmayacağın bir şey yazardın. Ancak sevdiğinin bunu yazmasına sen izin veriyorsun. Değilse bir başkasının senin oyununda ne işi var? Sen yazmadın ancak oyununun bir kesimini yazabilmesi için kalemini sen verdin. Birine senden ayrılması için o hakkı sen verdin. Birine oyununa dahil olması ve bir şeyler yazması için sen kalemini verdin! Bu yüzden yaşadığın anda hissetmen gereken neyse onu hisset. Ama bu hissi başkasına atfetme. Aşıksa birisi sana, sen kalemi ona verdiğin içindir. Ve yine nefret ediyorsa yaşadığın anda sen kalemi verdiğin içindir. Bu yüzden biri hayatından giderken veya gelirken verdiği hasar veya katkı sen yazdığın veya kalemi verdiğin içindir.
  Genelin hayat dediği şey budur. Benim tanımım bu. Bizler kendimize amaçlar belirliyoruz. Bu amaca gitmek için de bir yaşam harcıyoruz. Büyüyoruz. Büyürken yaşadığımız her farklı ana farklı bir özne koyuyoruz. Ve bu özneleri ilahileştiriyoruz. Yaşadığımız anlar bütünü elbette değersiz bir şey değil ancak ilahileştirecek kadar da değerli değil. Sadece gelip gidiyorsun. Nedir bu gelip gitmelerin bu kadar yüceleştirilmesi? Doğum noktandan öteye gidersin ve her öteye gittikçe her şey ya anlamsızlaşır ya da anlam kazanır. İşte tam olarak bu tümce içinde şunu anlarsın: Doğum noktanı ve yaşamak çizgini sen belirlemezsin ancak ölüm noktan senin elinde. Ya dersin ki noktayı ben değil doğallık koysun, işte bu yönerge içinde doğar, yaşar ve ölürsün. Ya da dersin ki bu yaşadığım anlar beni benden alıp başkasına veriyor ve yok ediyor. İşte bu anda ölüm noktanı kendin koyarsın. Bu ölüm noktasını koyma fiilini yadırgamayın bu yüzden. Bu yaşanan anlar bütününden kendini silmek kendi istemimde ve kendi düzelmimde olan bir şeydir. Bu kimseyi ilgilendirmez. Kimisi acizlik der kimisi korkaklık. Unutmayın ki size bunları yazmanız için kalemi ben verdim. Bu tiyatro oyunu kendimize ait. Ve elbette bu tiyatro oyunun perdesini kapatmak veya açık tutmak da yine bize kalmıştır. Siz sahnenize bakın. Perde kapandıktan sonra neler olacağını bir tek ben bileceğim.  

Comments

Popular Posts