Şerh Düşülmüş Şehre, Şehir Yürekte!

  Ne olduğunu bilmez, avanak bir avcı misalı yaklaşan güzellik mi yoksa yine bir acı mı sorgusu içerisinde tırım tırım bir yolculuk içerisindeyim. Müziğin bahtsız tınıları neyi anlatır bilmem ancak sözler kederin buğusunu anlatıyor. Hoş, biz o buyuğa gülen surat çizmeye çalışanlardanız. Yani sanırım öyleyiz. Fikir kesin bunda; ancak yürek de yorgun, kesinliğe gelemiyor hala. İki kelamın kurnaz ikileminde gidip geliyor. Her ince gülüşe koca güller açtıran da koca toplar çektiren de yine kurnaz bir ikilemdi öte yandan. Ya ne olsaydı? Kılıfı uydurulmuşa duyulmuş hazzın sahteliği mi? Peki ya bu sahtelikten haberdar olmamaya ne demeli? Zurna azizim zurna... Acemi zurnacının oksijensizlikten bayılması denir. Çalamayan çalmaya çalışmasın kardeşim! Ne bu, sanki minare... Ee bilmek lazım iki kuruşun renginde yaşamak ne ifade ola. Ne getire biz, bilinmeli. Fikir ne yürek ne ben ne ve ne getireceği bilinmeli. Yoksa hey gidi dil, ne anlatsa beğenirsin ki? Beğensen ne ayrıca herkesin dili kendine. Kavrayamaz öyle kolayca herkes, senden seni alıp gideni. Öyle soğuk bir yürekte titreyerek yaşamak şakaya gelmez. Şaka olsaydı eğer titremezdin azizim, insan gülerken titremez. Göz yaşarır misal. Hoş gözyaşı da ne olduğu belirsiz. Bu kadar oportünist bir oluş daha yok sanırım. Ne bu yahu! Ya acıyla gel ya da mutlulukla. Böyle "hepsi benim olsun" havası hoş olmuyor arkadaş. Mesela çok gülünce çiçekler açsın o gözlerde. Hem o güzel kirpiklerin tadı tuzu olurlar. Fena mı sanki konuşup durur oyalar beni bensizlikten.

Çok konuşmak ne zaman işe yarar bilinmiyor. Lakin kelamın meram olduğu her an bir adım öteye yaşamak oluyor. Meramın olmadan ne bir adım ne de bir haykırış olursun Ters Lale bitmiş dağlarda. Boş patikalarda varış noktasını bilmeden yürümek asla varlık olamaz. Beyin loblarındaki patikalarda olsun en azından. Hoş oranın ıssızlığında hırs bürünmüş benliğin dolaşırken ne kadar emsal olur bilinmez. Ancak denilen bir iki şey kazındı bence bir ceviz sandığına. Şimdi değer biçilen birtakım parçaları kazılı sandığa koyma vaktirdir. Naftalin kokmalı artık, toz tutmalı saklanılası saklanacaklar. Şayet dipdiri kalırsa oracıkta, görünen o köylere kılavuz atanır haince. Geçmiş geçmiştir, giden ise gidendir. Her ne ise dilinin ucunda o öylece kalmalıdır. İster öylece ceviz sandığa istersen de çöpe... Ancak -mış ile kuruyorsan artık cümleni, orada bir nokta konmuştur. En azından konmalıdır azizim. Oraya inatla noktalı virgül eklemenin alemi yok. Azizim, noktanı koyduğun yerden yeni cümlene taze harflerle başlamak bir şiar olmalı benliğinde. Lakin değer bahşettiğin her alanın şımarık bir çamur yığınına dönmesi anlatmalıdır her şeyi. Yani mekanik bir başlangıç olmalı mevzu bahis olgu. Artık değeri alıp sakız eden her benliği modern mancınık misali fırlatmalı fikrinden ve yüreğinden taa değersizlik diyarına. Öyle ki düştüğü diyari vatanım bellemeli.


Doğanın nü çalıştığı şu güz günlerinde bir de diyarı gurbet eyleyen birtakım hoşnutsuzluklar var. Oysa ne olurdu yani ağaçlar bir bir dökerken üst başını, izleseydi o mahur çıplaklığı. Şimdi gitmişken malum bahisler, rüzgar çıplak ağaçların ince fantezisinde kayboluyor. Belki de kalan son çamaşırlarını döküyor öteye belki de beriye. Lakin gün gelecek o çıplak ağacı beyaz bir işkencedir tutacak. Tir tir titretecek her çıplak beden de dimdik duran güz gerillası ağaçlar olacak. Buna mı eğitilmişti yoksa dökerken yapraklarını geçici olarak ölüyorlar mı bilmiyorum. Kar kış karşısında dimdik durana da insanın tahakkümü bir garip. Düşün ki karlar kışlar atlatıyorsun lakin bir mahlukun kağıttan hallice kalın demir bir kağıdına bedenin yıkılıyor. Demir kağıt çıktı çıkalı mertlik bozuldu! Nerede kaldı her koşula direnen, mahluku aşk belleyen o yiğit ağaçlar? Binip atlarına gitti diyeceğiz de giden gelmedi. Olmayan geldi aksine. Neyse ki buna aşk demedik. Katliam dedik. Belki savaş... Ancak asla adı yine yeniden aşk olmadı. Ne konsa bilinmez ya, yine de ne konmadığı biliniyor azizim. Neyi bilmediğimiz de konmalı elbet her noktaya. Hayatı öğrenirken bildiklerimiz ile bilmediklerimizin savaşını yüreğimiz veriyor gibi. Bu savaşı kazanınca ne oluyor veyahut kaybedince? Ya da yürek sızlarken ne oluyor bu savaş? Bir Alman İngiliz savaşında Noel Ateşkesi olsa yüreğimin sızısı... Savaşa keder bir cümbüş kopsa tüm bu sorular da anlamsiz kalsa bir müddet huzurun sınır komşusu olurdum. Ancak biliyorum ki yüreğimde bir savaş ve asla bitmeyen silah tüccarı oldukça Noel Ateşkesi bir metafor dahi olamayacaktır.


Şimdi dökülen kelimelerden hangisini nereye koysam bilemezken ürperti düşse içime yakın mazime bir imza olurdu ancak onun adına da bir başkası şerh derdi. Yüreğimin huzura düştüğü şerh derdi. Haksız mı peki? Asla! Mazime bunca güzelliğı yüreğimden her dağa papatya inadıyla serptim. Ancak onca toynak tepinmişken papatyalar üzerinde ve bunu bile bile cazibesine çağrı ile kendi kendine yapmışken papatyalar, ben güneşi sersem de maviliklere olacak tek şey tepinmişliktir. Velhasılıkelam, papatya kendi kendini tepmişken ne dereler akar güneşe ne bulutlar. Soyutlanmış güneş iki dağın arasında ve ancak bir çocuğun resminde mutlu kalacak. Üzerine, nice bilimden hallice insan çalışacak bilim adına ancak cebinde doları olan gidecek güneşe. Ve yine cebinde doları olan indiği yere adını verecek. Güneş ise her zaman edilgen ve soyut, beyaz cüce olmayı bekler. Şimdi ise ne resimde kalır ne de beyaz cüce olur. Çünkü şerh ancak iki edilgeni birer etken yapmıştı özetinde. Yani papatya yalandı, güneş yalandı, çayırlar yalandı ve yalanlar kalandı. Tek gerçdk her şeyden alakasız resmin başındaki çocuktu. Önem arzeder: Her şeyden alakasız...

Comments

Popular Posts