Varlığıma Yazılan O Kasideyi Anlatın olur mu?

 



Sabahın ince sızısı gibi gecenin içine sızan aydınlık... Nepotist insanların ıslıklarıyla yükseliyor gün daha şimdiden. Kimse farkında bile değil duygularını saçarken ortalığa çiçekten yolsuzluklar büyüttüğünün. Lakin kelimelerim suskun. Ağzımdan tek bir nefes tanesi yükselmiyor yüzünüze doğru. Ne desem günahkardım en az Sisifos kadar. Belki koca bir kaya taşımazdım ama benim yüküm sizlerdiniz. Her adımınızda ezilen benliğimin inleyişinde bile bulamadınız kendinizi. Ben suçluyum elbet. Gerildiğim çarmıhtan anlatıyorum sizlerin yükünü lakin sessizce. Cesaret denen ilmin öğrencisi olamadım sizlere dokundukça. 

Kelamlar koştukça satırlarımda gün yükseliyordu. Yine son nefesime yazılamamış bir vasiyetin içindeki pişmanlıkta büyüyorum. Biliyorum, onu da biliyorum; asla anlatamayacağım lakin. Cehaletin en kibirli müzakalini oynacağım sırf anlatmak için en ahmak hikayeyi. Hoş saflık bile diyemiyorum doğduğum o güne. Düpedüz enayilikti yaşamak işini icra etmek için ilk ağlama. Kıçıma vurulmuş ilk tekmeydi "yaşıyor mu bu?" sorusunun cevabını aramadaki hinlik. Ne yani çığlıkla yoğrulmuş gözyaşına yansıyan maskeli haine doktor diye verilmiş en büyük ünvan değil miydi beni burada var eden suçun en büyük ortağı? Üstelik bu denklemde en masum doktor iken. Lakin masumu bir kenara bırakırken celladın kementini kendi mağduriyetime geçiriyorum. Çünkü asla mağdur sayılmayacağım bir dünyada mağdur hissetmenin ağırlığıyla ezilen benliğimin manifestosunu mutlu çocuklar okumuştu. Kahkahalarla karşılanmıştı bu ağırlık. Bundandır en çocuk olduğum yerde en yetişkin hisleri beslemiş bir tarih kitabı yazmam. Yine de donakalmak istiyorum sona kaldığım çocukluğumun histerik tekdüzeliğinde. Her zaman durduğun anda en hüzlü anını yaşayacaksın ve giderken zaman denen kırık dökük köy yolunda o anda hissettiğin hüzün her daim keşkelerin olacak. Çünkü kümülatif bir acının ve hüznün matematiğinde anın bir gerisindeki her şey şükrettiklerin olacak. Şükür ki en azından yarın kadar kötü değilim diyebilmenin geleceği okumak ve bilmek olduğunu ama asla kesinlik içermediğini anlatan o hikayeyi şükrettiğin anlarda dinleseydim belki zaman yolculuğunun benliğimdeki felsefesini inşa ederdim en azından. Bilimsel bir kanıt sunamazdım belli ki. Zaten bunu yaptığım yerde talihsiz varlığım pişmanlığını değil olduğum yerin keyfini hissederdim gözyaşımın ulaştığı her anda ve yerde. Belki susuz tarıma ilk kertede vurulan en büyük darbeydi bu ama biçilen her daim başkasının hayallerinde yaşayan o şehvet olduğundan asla yargılanmadım. Ama diyorum ya bir idamın ortasında infaz edilen ne olursa olsun o kementi mağduriyetime geçiriyorum. Cellat olmadığım yerde hem de. Huzuruma çıkarılan her nefesin son isteğini yazıyorum tam orada önüme ne gelirse. Asla bir külliyat olmuyor ama. Bu yüzdendir belki en masum hainlikte beni var etmiş doktorun ilk tekmesinden sonra zorlandığım varlığımdan attığım çığlığı kimse duymuyor. Duyar gibi olan da keseme iki kelam tükürüp geçiyor. Hak etmiyorum bir başkasına şifa olan o ışığın gölgesinde olmaya. Hak etmediğimi biliyorum ama adaleti ellerinde tutan herkesin de beni yalnız bıraktığını nefesime yazıyorum. Buna rağmen nefesimin son isteği bu olmuyor. Hain ilanına düştüğüm her dakika bana bunu hatırlatıyor. Kâh balyozla kah sevgi nidalarıyla. Ama hep aramıza sızan suyun akışında buluyor kendini; bir aileye çarpıyor bir arkadaşa. Çağın hastalığı ya bunu videoya kaydeden tek bir varlık bile tutup elimden kaldırmıyor. Susuyorum burada çünkü kimsenin suçu veya görevi değil beni gözetmek. Herkes yolunda giden kağnının arkasından tez zamanda gelmenin suyunu döküyor. Dilim damağım kuruyken susadım diyememin suç suyu döken en yakınlarımda olamaz ya. Hasat zamanı yağan yağmurken suçumun ilanında infazımı bekliyorum. Bu benim kaderime yazılmış en güzel kaside. Bu infazda o hain ama en masum doktor kıçıma vurduğu ilk tekmede gerçekleştirecek kaderi yazmak isterdim. Hadi kaderi yazan ben değildim üstünü karalarken neden sabote edemedim bilmiyorum. Bu bilinmezliği Anka kuşu ile yakıyorum bir gün yeniden dirilsin diye. Kader bu ya en yakınlarımın sıcak bir yaz öğleninde serinleyeyim diye üfledikleriyle uçup gidiyor o kül. Kim bilir bir daha hangi milyon yılda bir araya gelip küllerinden doğacak. Bu imkansızlığı bir çivi yazısıyla yazıyorum Asur sınır taşına. Tarihimin ve talihimin ilk bulgusunda delil poşetini unutuyorum kendimi var ettiğim o yerde. Yahu kim bu yargılayan? Söyle nolursun ki bitireyim bu işkenceyi başladığın yerde. Amasız fakatsız okunan her şiirin bendinde bulayım orayı. Haritalar yazılsın, mitler türetilsin ama bana sen bu dünyadan geçtin demesin kimse. Lanetimin ilk gününün yıl dönümlerinde mumu üflerken yok oluşumun fermanını yazıyorum. Bir sadrazam daha okunmadan yakıyor ya bu fermanı. Kırmızı bültenle aratıyorum sadrazamı varlığın her köşesinde. Yine de yarına at uçuşu mesafeyi rekorla koşan oradaki şampiyona umut taşıyorum. Görüyorum heybem delik ve belki bir umudu dahi yetiştiremeden veda edeceğim bu yolculuğa. Yine de her şey yanımda, yamacımda bitmiş otlar solmasın diye. Yoksa diyorum ya cellatı olmadığım infazda mağduriyetime geçiriyorum kementi. Dua etsem tanrıyı var eder belamı çarpar da giderdi.  O kadar talihsiz kelimelerim.

Bir karmaşa da ne anlatıyor diye dalga dalga yayılıyor kelamlarım sağıma soluma. Öyle sen ben biz yoktu. Yolun sonu hep onlardaydı. Deli Dumrul'a kızarlardı hep ama kimse o köprünün altından akan dere neden kurudu demezdi. Zulüm her zaman senden kesilen haraç değildi. Bazen en büyük zulüm kaf dağına kurulmuş barajda biriken suya yaktığın ağıttı. Dere kurumuştu ama en çok haraç yakıyordu canımızı. Oysa ben gözyaşımdan suladığın tarlamı yakanları dizdiğim beddualarda yaşatıyordum zulmü. Yaşatıyordum ki bir gün celladı olacağım infazda kementi bu defa zulme geçireyim. Ama yine de suçlu ilan edildim Deli Dumrul'un en büyük zalim olduğuna karşı çıktığım için. Oysa malumatım vardı. Çok şey anlattım ama suçumu ilan ettikleri fermanın yakıldığı yerde taşlanırken arada malumatımdan çıkan her kelam da linçlendi. Oysa neydi ki suçları? Ben anlatamadım. Şimdi derin bir yolculuğa çıkıyorum. İnziva vaktidir yüreğimden çıkan dumandan anlatılanlar. Koşmuyorum giderken. Sessiz, sakince yol alıyorum. Yol kenarında biten papatyalardır ya en büyük hüzün. Hiçbir zaman o güzel kartposttaları süsleyemeyecek o yol kenarından. Bunun acısını da yazıyorum o sınır taşına. Bir gün kaf dağı eteklerine ulaşınca dikeceğim o taşı inzivaya çekileceğim kutu gibi odanın baş ucuna. O zaman anlatacağım kimden çaldım bu hüznü ve kimlere dağıttım inziva yolculuğumda. Sınırım orası olacak işte. İşte orada doktordan öcümü alacak ardımdan dikilen herkes ağlarken. Belki yaşama atılan ilk adımın göstergesi olmayacak bu ama en azından bana sorulmadan yazılan kaderimin üstünü karaladığımı herkes görecek. O zaman bileceğim: Anka doğmuş küllerinden. Hainidir rüzgar, buradan büyümeden koşarak giden her tayın. Yolumdayım işte inzivanın. Kaf dağını bulduğum an kulübemi dikeceğim yanı başımda diktiğim sınır taşımın hemen ucuna. Nesiller boyu anlattıracağım varlığıma yazılmış en büyük kasideyi. O zamana dek hikayemi kimsesizlere anlatın olur mu? Öyle ya aşkın tanrısı Afrodit'in eşi savaşan tanrılar ve kahramanlar için silah üreten ateş tanrısı Hephaistos değil miydi? Bu çelişki aşkın içinde büyüyen savaş tanrıcıklarını da anlatıyor ya. Bence bu yüzden kimsesizler bilmeli hikayemi. Bilmeli ki şahidi olmadı kementi vurduğum o anın. Şahidi muhakkak kimsesizler olmalı. Anlatın olur mu?

Comments

Popular Posts