Ne De Güzel Bahçesi
Sigara da olmasa sanırım bu otogarların kahrı çekilmez. Hiç
de uslanmayacak gibi yine erken geldim. Derdim ne bilmiyorum. Ne zaman bir yere
varacak olsam hep erken giderim, bekleyeceğimi bile bile. Bu benim lanet olası
serbest stilim. Bir de bekletildim mi var ya… Of ki ne of… Yarım saat erken
gider yarım saat de bekletilirsem bir saat beklerim. Beklemek fıtratımda var
sanırım. 10 ay beklerim, yarım saat beklerim, beklerim… Neyse dönmek yok
oralara. Otogarlar hep hüzünlü gelmiştir bana. Hep bir veda havası bırakır
bende. Oysa hiç mi kavuşmaya götürmedi bu otogar? Ama insan hatırlamaz
kavuşmaları. Etkisi çok yoktur onların. İnsan içine bir “of” çöktü mü dağları
yıkacak şeyleri hatırlar. Hemen karşı çıkma öyle. Bir düşün. Yıllar önce
üniversite sınavını kazandığın andaki mutluluğu mu tekrar yaşarsın yoksa
kaybettiğin insanların ardından hissettiğin sızıları mı? Otogar da hayattır
işte. Kavuşmaları değil vedaları hatırlatır. Bile bile canın yana yana
gidişleri. Tokat otobüsü kalkıyor şimdi. Bir çift sarılıyor birbirine. Gözyaşı
yok ama şimdiden fışkıran bir özlem var. Usulca öpüyor onu alt dudağından ve
kadın otobüse biniyor. Yerine oturunca erkek koltuğunu aramaya gidiyor, sonra
geri geri giden otobüsün vedasının ardından gidiyor usulca evine. Demek herkes
için senaryo aynıymış. Yaşananlar canlanır şimdi, daha gitmeden özlemler.
Oluşan hüznümü gelen otobüsüm bozuyor neyse ki. Yürüyüp
soruyorum, benim otobüs. Çantamı bagaja verip biniyorum otobüse. Veda edenim
yok. Veda eden benim: Elveda Ankara, bir süreliğine. Kavuşmak da yok ama.
Gidilen yer bir durak sadece. Yaslanıyorum koltuğa. Hemen klimayı açıp üşümek
istiyorum. Otobüsteki en büyük hobim. Üşürüm ve hırkama üşümemek için sığmaya
çalışırım. Koltuktaki ekrana bakıyorum. Pek bir film falan yok. Müziklere
bakıyorum. Yine aynı ve yabancı müzikler. Yola çıkıyoruz bu arada. Dışarıda el
sallayanlar. Ve bir de içimde el sallayanlar. Şimdilik elveda şimdilerde içimi
acıtan anılarımın şehri. Her köşesinde bırakıyorum anılarımı, onlara iyi bak.
Döndüğümde belki koparacağım onları her yerinden. Dik dur Ankara. Bir gün
eğileceksin zaten. Yeter bu kadar veda. Ne dedik, dönmek yok oraya. Muavin
geldi. Ona Esenler’de ineceğimi söyledim. Hiç de anlamamışımdır. Ne yapacaksın
indiğim yeri? Anlamsız prosedürler işte. Gece yolculuklarını severim. Genel
olarak yolculukları severim. Ancak gece yolculukları bir başka olur. Hiç
usanmadan geçip giderken yanlarından, ışıkları yanan evlerdeki hayatları hayal
edebilirim. Neler yaptıklarını tahmin etmeye çalışırım hep. Kiremit çatılı
sıvasız bir evse muhakkak bir yer sofrası ve soba koyarım. Bir başkadır onun
sıcaklığı. Bir apartmansa camına muhakkak saksı koyarım. Bilmem kaçıncı katında
doğayı yaşatırım. İçine domates ekmekten de geri durmam ama. Bir villaysa eğer
kocaman bahçeli, bahçesine muhakkak bir köpek koyarım. Durmadan koşturan. Bir
de güvercin kümesi ama kapısı hep açık hep özgür olmalı onlar. Ah işte orada!
Kocaman bahçeli, tek katlı, kiremit çatılı bir ev. Ne kadar da güzelmiş bahçesi.
Ve geçtik yanından. Kim bilir ne mutlulardır o salaşlıkta. Bir ev daha geçti, bir
tane daha, bir tane, bir…
Sobaya geçen kestiğimiz hurma ağacının ince gövdesinden
odunları atıyorum. Geçtim oturdum kenarda. Isınmanın son demleri olduğundan
tadını çıkarmak istedim. Hanıma baktım uyuya kalmış yemekten sonra. Başı
ağrıyordu zaten. Karışmadım az daha yatsın da yatakları sersin. Hep de başı
ağrır anlamam ki neden. Başına sıkıca bağladığı eşarp neredeyse ayrı bir uzvu
olacak. Annesi de böyleymiş, hep başı ağrırmış. Anasından geçmiş herhalde.
Koltuğa paralel oturdum. Cam koca bahçemize bakar. Bahçenin hemen ardından İstanbul
yolu. Her gün akşamları oturur buradan geçen otobüslerde yolculuk eden
insanları hayal ederim. Neden giderler? Nereden giderler? Nereye giderler? Mesela
doğudan geliyorsa yolcuya muhakkak umut koyarım. Batıya gidip iş bulup hayat
kurmanın umudunu. Ara sıra da acı. Hele ki kadınsa. Kadınsa muhakkak bir korku
eklerim. Zorla evlendirilmek istediği ailesinden kaçan bir kadının yakalanma
korkusunu. Çocuksa eğer bir kavuşmanın mutluluğunu koyarım. Köyden gelip evine,
yuvasına kavuşmasının mutluluğunu koyarım. Sanki asıl geldiği yer yuvası
değilmiş gibi. Böyle geçip gidiyor işte işsiz günlerim. Bir aydınlatma
şirketinde temizlikçi olarak çalışıyordum. Patronun saati çalınmıştı. Ne
dediysem almadığımı ispatlayamadım. O da aldığımı ispatlayamadı ya, neyse… Olan
tabii ki bize oldu. İşten atıldım. İki haftadır iş arıyorum. Bulamıyorum o
ayrı. Sanki tüm memleket çalışıyor da bana yer kalmamış gibi. Neyse ki babamdan
kalan kendi evimiz ve arsamız var. Kocaman arsanın bir köşesini satsam iş
buluncaya kadar idare ederiz. Hoş kim alır onu da bilmiyorum. Neyse ki çocuk
yok. Daha doğrusu olmadı hiç, olamadı. Çok denedik benim hanımla. Bir neşe olsa
evde fena mı olurdu? Ama hiç olmadı neşemiz. Doktorlara gittik. Bize çaresi var
dediler ama parayla. Neden parayla anlatmayayım onu da. Hanımın özel hastalığı.
Ayıptır. Ama nerede bizde o para. Bir başımıza yuvarlanıp gidiyoruz işte bir
başımıza. Babam öldükten sonra bir başımıza kaldık. Babam tek çocuk olduğundan
ne kuzen var ne amca. Annemi hiç
tanımadım. Ben doğduktan sonra altı aylıkken araba çarpmış ve ölmüş. Ne tesadüf
annemin de kimi kimsesi yokmuş. Yetimmiş kimsesizler yuvasında büyümüş.
Çalıştıkları fabrikada tanışmışlar. Kocaman bir aşkmış onlarınki. Babam hep “onu
kimsesizliğindeki kocaman umudunda sevdim” derdi. Ne söz ama. Sanki bana şair.
Babam çok yakın değildi bana. Benim gelişimle aşkının gidişinden olsa gerek. Hiç
iki yakın baba oğul olamadık. Taa ki benim hanımı kaçırıp gelinceye kadar.
Hanımı o zamanlar başkasıyla evlendireceklerdi. Bizimki kocaman bir aşk değildi
belki ama severdik birbirimizi. En azından birbirimize kaçacak kadar severdik.
Şerefsiz bir abisi vardı. Onu zengin Çorumlu çiftçinin oğluna vereceklerdi.
İşte babam o zaman o kadar arkamızda durdu ki. Bilir sevdanın ne olduğunu.
Abisi kapımıza dayandığında çiftelisini çekip babam geri dönmemek üzere kovdu
abisini. İşte bundan sonra bir aile olduk. Babam, ben ve hanım. O yüzden
hanımın tarafıyla da aramız yoktur. Babam da gittikten sonra biz bize kaldık
hanımla. Bunları düşünürken uyuya kaldım koltukta iki büklüm. Yatağı da sermedi
ki hanım.
Güneşsiz bir günün aydınlığının yüzüme vurmasıyla
uyanıyorum. Ne uyumuşum ama. Bir otobüste ilk defa bu kadar uyudum. Boynum
ağrımış. Hiç uyanmadım, o derece uyumuşum. Çok az kaldı. Işıktan uyandım
diyorum ama İstanbul’a girdiğimizi belli eden o yoldan çıkıp bu yola
girişlerimiz de uyandırmış olabilir beni. Acaba Alibeyköy’ü geçtik mi? Ah işte
pazarcı halini gördüm. Geçmişiz hatta Esenler otogarına geldik bile sayılır.
Heh Jet Fadıl’ın Caprice Gold sepetini de gördüysek az sonra ineceğiz demektir.
Yedi saat olmuş hala varamamışız. Bu üçüncü köprü gerçekten mahvetti yolcuları.
Boş yere dolanıyoruz. Üçüncü köprü ilk zorunlu kılındığında şoförler cezayı ödemek
pahasına da olsa aynı yoldan gidiyorlarmış. Nedeniyse üçüncü köprüden
gittiklerinde harcadıkları yakıt masrafı cezadan daha fazlaymış. Aşırı komik yahu.
Memleket Caprice Goldlar sergisi gibi. Yine girdik yılan gibi Esenler otogarının
mahzenlerine. Dön dön varamıyorlar peronlara. Gerçekten şoförleri takdir etmek
gerek buraları ben olsam her gelişimde unuturdum. Neyse ki çok dönmeden vardık
perona. Daha durmadan çantamı ve koltuğun cebindeki eşyalarımı topluyorum.
Ceketimi alıp iniyorum. Muavine “Şu mavi gri kamp çantasını alabilir miyim?”
diyorum. Sırayla der gibi ters ters bakıyor. Halbuki hemen kenarda. Kendim
eğilip alıyorum. Acıktım eve gitmeden bir şeyler yiyeyim diyorum. Poğaça
kahvaltılık falan. Otogarın ucundaki yemekçilere gidiyorum. Kenardan bir gazete
alıyorum. Poğaça ve kahvaltı tabağını aldıktan sonra oturuyorum. Hızlıca
sayfaları yokluyorum. Üçüncü sayfada bir haber dikkatimi çekiyor. Ankara’da bir
çift sobadan zehirlenmiş. Çocukları yokmuş çiftin. İkisi de uyuya kalmışlar daha
yatağa bile giremeden biri bir koltukta öteki cam kenarındaki koltukta. Kimi
kimseleri pek yokmuş. Komşuları gece arka taraftaki mutfağın dış kapısının ve
ışığının açık olduğunu söylemek için gitmiş. Seslenmiş durmuş. Kimse gelmeyince
girmiş içeri. İkisini de ölü bulmuş. Pek kimi kimseleri de yokmuş. İki üst
köşesine vesikalıklarını yerleştirdikleri evlerinin kocaman bahçesinden bir fotoğrafını
koymuşlar. Ne kadar da güzel bir bahçeleri varmış diyorum. Sanki dün karanlıkta
yanından geçmemişim gibi tanıyamıyorum. Aydınlıkta görmedim ne bileyim ben
hangi evin yanından geçtik. Sayfayı çevirdiğim anda çayım geldi. Başladım
yudumlamaya.
Comments
Post a Comment